“Ormanın içinde, bataklıkta bir çiçek. Lotus Çiçeği.” Saplandım. Saplandıkça o yok oluşun içinde boğulduğum; gülüşünü dibinden, gözlerini renginden alan bir bataklıkta yok oldum. Çamurdum, çamurdandım. Pisliğe batarken yardım edilmemiş, kirlenmekten korkarken görmezden gelinmiş o kirdim. Dünyanın pisliğinin bedelini huzursuz gecelerde, uykusuz kalan düşlerle, bedellerin hayallerimi terk edişiyle ödemeye mahkûm olandım. Üstümü yosunlar kapladı belki ama ben yine de aynaya bakmaktan vazgeçemedim. Bataklıkta yaşamayı öğrendim. Ormanla seviştim ama çamurun güzeli oldum. Ne orman beni kabul etti ne de ben affettim kendimi. Sayısız yaprağım bir hiç uğruna döküldü. Yüzleşmekten kaçtığım her saniye yine kendime rastladım o çukurda. Ormanın kendisini ararken çamurun sevgisinden oldum. Her yeni tanıdığım yüzde onu aradım; her sevgi kırıntısında çıkmaz yolu, her ayrılıkta sonu buldum. Mevsimlere dayanamayan bir çiçek olarak kaldım. Zamansızlığa hapsolmuş. Uçmaktan korkan bir koza kelebeği mi...
Ne kadar güzel bir giriş cümlesi, değil mi? "Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir her şey de bambaşka gelişebilir mıydı? Evet, bunun hayatimin en mutlu ânı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu." * Mutlu olduğumuzu nasıl anlarız? Mutluluk anını, genelde yaşarken anlamayız. Sıradan, normal olarak düşünürüz. Sonrasında bu anın bize hatırlattığı şeyi mutluluk olarak tanımlarız. O andan kalan bir hatıra, anı, fotoğraf, eşya.... Mutluluk eşyaların yansımasıdır çünkü. Hayatımızın en mutlu anı olduğunu bilsek o andaki biz olabilir miyiz; aynı duyguları yaşayabilir miyiz, bilinmez. 1975 yılında bir İstanbul aşkını okuyoruz. Zengin, İstanbullu bir ailenin oğlu Kemal ve uzaktan akrabaları Füsun'un bir 'Jenny Colon' çakması çantayla başlayan yasak aşkın hikayesi... Kemal nişanlanma arifesindedir fakat yıllar sonra ilk görüşte Füsun'a aşık olur ve hikayeleri Merhamet Apartmanında başlar. Kitabın konusuyla il...
Kırılan bir camla başladı hikaye. kırılan bir camla bitti. "Yanılgılarla dolu bir ömrün bütün çilesini saklamaktan artık vazgeçmiş, çökmüş yaşlı yüz, bir anda ağlamaklı oldu, öyle kaldı." Aziz Bey ve onun başına gelen hadiseyle tanışıyoruz bu kitapta. Şiddetli bir yağmurda köhne bir meyhanede gerçekleşen kavganın başrollerinden, Aziz Bey'in geçmişine misafir oluyoruz Ayfer Tunç sayesinde. O, gençliğinde de "Aziz Bey" olduğu için ben de ona Aziz Bey diye hitap edeceğim yazım boyunca. Burnu havada, yaşlansa da gençliğinin öfkesini hala taşıyan; benim deyimimle hayata kızgınlığını bangır bangır bağıran biri Aziz Bey. Aziz Bey'in bu hayatta sadece tamburu ve hisleri var. O kitapta duygularını çok belli etmese tamburuyla çoktan kulağımıza fısıldadı hislerini. Başka da kimsesi yok. Kimsenin de Aziz Bey'i yok...O gerçekten iliklerine kadar yalnız bir adam. Böyle okuyunca fazla duygusal oldu farkındayım ancak bunun biraz da Aziz Bey yüzünden olduğunu bilmeni...
Yorumlar
Yorum Gönder