Nasıl Ölünür?
Doğmak, doğurmak, yetiştirmek, yaşamak, yaşatmak.
Bunları biz insanlık çok doğal olarak kabul ediyoruz; bunların, hayata geldiysek hakkımız olduğunu daha doğduğumuzda ağlayarak kabulleniyoruz.
Ölmek.
Ölmek.
Peki ölmekle neden barışamıyoruz?
Yoksa barışamadığımız sevdiklerimizin ölümü mü yoksa kendimizin bir bavul dahi alamadan
bu dünyayı terk etmemiz mi? Yaşama hakkını kullanamamamız, bu durumun acısını hissetmemiz mi bizi korkutan?
Émile Zola beş hayata kenarından konuk ediyor bizi. Aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi.
Hepsinin hayatı algılayış biçimi, düşünceleri, yaşadıkları yer, yedikleri yemekler dahi farklı. Sadece bu hayattaki tek ortak noktaları var: Ölüm.
Kitabımızda beş farklı kısa hikaye var ve tek tek beşinin ölümünü, ölüm anındaki duygularını ve yakınlarının tepkisini okuyoruz. Toplumsal sınıfın ölünün tabutunda bile kol gezdiğini, paranın biz ölsek dahi elinin eteğinin üstümüzden çekmediğini görüyoruz.
Hepimizin gideceği yer, o toprak, aynı derler, Hayır, aynı değil.
Sadece toprağın bizi kabullenişi aynı.
"Şefkat artık burada bitmeliydi, toprak onu almalı ve saklamalıydı."
Yoksa yazarın dediği gibi ölmemiz toprağın bizi yanına istemesinden dolayı mı? Saklanma sebebimiz ne? Ya da kimden koruyor bizi toprak?
.
En çok hangi öykü seni etkiledi derseniz; İşçi' deki çocuğun ölümü oldu. Çevrenin, toplumun hatta anne babanın bile kayıtsızlığı onun ölümünü getirdi. Tüm toplum, küçücük bir çocuğun ölümünü bekledi. Komşunun tabutu gömmeye gelmek yerine çocuğun aç ölmesine engel olmasını okumak toplumsal açıdan beni daha mutlu ederdi. Tabi bunun bir kitap olduğunu unutmuyor yazımıza devam ediyoruz..
.
Kitaptaki metaforlar içinde beni en çok etkileyen mezarlığın 'yas tarlası' olarak betimlenmesiydi. Acının bir kokusu var mı bilmem ancak acı kokar her taraf. Gerçekten de mezarlıklar dünyanın neresinde olursa olsun kasvetlidir. İyi hissettirmez, korkutur ve ruhla kişinin yüzleşmesini sağlar. Sevdiklerimizin, hayatımızdaki kişilerin toprağa emanet olduğunu biliriz sadece.
.
Benim kitapta dikkatimi çeken diğer bir önemli husus; tüm karakterlerin ölüm anına hazır olması ve bunu beklemesiydi. Hepsi öleceklerini biliyordu ve biz her ne kadar detaylı okumasak da kendi iç hesaplaşmalarını tamamlamış, toprağın huzuruna sunulmayı bekliyordu her biri.
Çerez bir kitap olarak okumalarınızın arasına alabilirsiniz. Ben keyifle okudum.
Yine de işlenen ölüm konusunun hepimiz için ortak ama aynı zamanda hiçbirimiz için ortak olmadığını unutmayalım diyorum ve yazımı sonlandırıyorum. Okumak isterseniz de kapanışı 2020 Mart'ta yazdığım kendi şiirimle yapmak isterim. Buraya kadar okuyan varsa teşekkür ederim.
.
"İnsan hastalanır ve ölür."
Tüm ölümler bir hastalık üzerine kuruluydu,
Ölüm ne zenginliğine, ne dinine, ne günahlara bakıyordu.
O sadece hastalığına ulaşan bir boşluktu.
İntihar bir ölüm değil miydi o zaman ?
Evet ölümdü.
Hatta en acılısından.
Ruh hastalanıp, yataklara düşüyordu.
Yaşlanıp, bir mezara bürünüyordu..
Ölümün bile toplumsal farklılıkları ortadan kaldıramadığı aşikar. İnsanın kurulu düzeni var oldukça bu düzensizlik devam edecektir. Ölümün aynı zamanda hiçbirimiz için ortak olmadığı görüşü hoşuma gitti ve beni bu konuda düşünmeye sevk etti. Mezarlıklar içinde hüzün barındırır evet ama ben mezarlıklarda bir parça huzur da buluyorum diyebilirim kendi adıma. Mezar taşındaki her isim bir hayatı temsil ediyor ve beni düşündürüyor. Hâlâ hayatta olduğumu fark edip bu uğrak yerine varmadan önce yaşamam gereken bir hayatın olduğunu anımsıyorum. Sondaki şiir de hoşuma gitti. Güzel bir yazı olmuş. Gönlünüze sağlık.:)
YanıtlaSil