Kayıtlar

2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

d e h l i z

                                                                                                                                             16.12.20--     Kalbimin ortasında bir zehir koydum ve kulaklarımda ona olan hayranlığın…Açıktan o kadar çok gözyaşı döktüm ki… Sıkıntı içinde, yok olarak gerçekten hayattayım, ilerliyorum. Yeniden elini tutsam donacaksın. Buz olmuşken daha da soğuyacaksın benim yüzümden dünyaya.    Bir tek senin olmayan varlığın her şeyden vazgeçmemi, pes etmemi, dönüp arkama bile bakmadan kaçma isteğimi engelliyor.   Kırgınım yine de. Neye kırıldığımı, artık olmayışının neyine üzül...

şair pinokyo

 herkes gibiydin  sen de herkes gibi… yalan söyledin serseri Pinokyo! kimsenin yazmadığı şiirlerden  bir tane benim için çalacaktın sana yazdım bunu kimsenin yazmadığı şiirleri  senin için yazdım diyecektin yakalandım dedin, özür diledin. özür diledim özür yine unuttum kimsenin yazamadığı bir şiiri kimse yazmazdı benim için. Geppetto usta ben serseri Pinokyo sen.. Ne senin burnun uzadı, Ne de benim saçlarım. Kaldık unutulmuş bir şiirin Gepettolar caddesinde.

Alıcısı kayıp bir mektup

". .. Seni "güzel" tanımlamasına koymak bile girişmemem gereken bir karşılaştırma, farkındayım. Evet farkındayım her çiçeğin kendi başına olan o 'oluş' halinin tasdiğe ihtiyaç duymadan varlığını sürdürebileceğine. Saf bir şekilde yalnızca varlığından memnun olmanın en muhteşem duygu olduğunun..." -Ben hiçbir zaman çiçek olmadım. Her zaman acı veren ve acı çeken bir pelin otu oldum. Bunun için çekildin bana. Beni ve bulduğun bütün acıları kendi ruhuna tamamlanmamış bir yapbozun parçasıymış gibi panikle eklemeye çalıştın. Çekinmedin bundan. Çekildin. Git dedikçe daha çok geldin. Gel dedikçe her zaman gitmeyi seçtin. Doktorculuk oynayıp seni iyileştirmeye çalışmama izin vermedin. Geri çekilmen ve gitmen gereken her zamanda duvarlarımı yıkmaya çalıştın. Kendim de dahil olmak üzere kimseye izin vermeyeceğimi bile bile, benim elimden bu hakkı almaya çalıştın. Hepiniz efendicik* oldunuz benim için. Kurallarımı, duvarlarımı yıkmak ve beni sözde bu...

Köşe Masa Küllüğü

Otobüsün cam kenarı kadar uzaktım ona. Teninden yayılan sabun kokusunu duyacak; boynundaki yersiz dağılmış benleri sayacak, parmaklarına kaç sigara filtresi değdi, sabahtan beri kaç kişiye günaydın dedi, hepsini bilebilecek kadar yakındım aynı zamanda.      O güne ait tek bir fotoğraf vardı çekmecenin dibinde. Sadece tek bir ben. Bütün yaşananlar tek bir fotoğraf karesine değil benim fotoğrafa baktığımda o günü tekrar yaşamama neden olan duygulara sığdırılmıştı sanki. Tek bir bene yani. Önünden yürümeye devam ederken arkamdan çekmiş beni o gün. Şalımın ucu sırtımdan sarkmış, elimde onun verdiği Edip Cansever kitabı vardı fotoğrafta. Sonbaharla bağdaşamadığımı hissedip bana: "Sonbahar, Edip Cansever okumak gibi. Güzel, yorucu ama aynı zamanda hisleri incelten..." demişti. O   günden geriye elimde kalan tek şey bana hediye ettiği kitap ve ayraç olarak kullandığım fotoğrafımdı kısacası.    Onunla, muhtemelen ucuz diye tercih edilen köhne bir kafenin son b...

saç

"Varoluşumuzdaki temel: yalnızlığımızdaki çabadır."

Yaşamlar arasına bir köprü kurduk ve adına "insanlığımız" dedik. Kurdeleyi acı kesti; yalnızlık tokalaşıp tebrik etti. . Adına "beden" dediğimiz duvardan bir hapishane kuruyoruz vücudumuzun içine. Yalnız kalabilme özgürlüğüne sahip olmak ve bu duvar hapishanesinde özgürlüğün iplerini elimize alıp kendi kendimize varoluşu doğurmak istiyoruz. Hayata her gün bunun için tutunmaya çalışıyoruz. Varoluşu doğurmak… Tüm bedel ve sorumlulukları kabullenmeye çalışıyor ve ölüme; yalnızlık yardımıyla adım atıyoruz. Toplumun içinde bir “ben” hapishanesi kurmamız da bu ölümün provası. Yalnızlığımızla bunun bedelini ödüyor; doğum-ölüm yolculuğunun tüm getiri ve götürülerini kabulleniyoruz. Ve doğum manifestosuna başkaldırıyoruz.. Her gece ölümü bekleyerek uyuyoruz kabuklarımıza çekilerek. Ölmeliyiz ve ölerek var’ olmalıyız. Yaşayarak beceremedik; yalnızlık içinde var olmayı yürütemedik. Bize bu toplumda yer yok. Safları sıkılaştırın. Çekilin yalnızlığınıza!

peron dokuz dört* çeyrek

 Ben bir tren istasyonunda hiçbir zaman beklenilen ya da gitmesin istenilen’ olmadım. Vedaların zorluğunu ve bir daha göremeyecek olmanın taşkınlığını yaşayamadım. Peronlar arasında bavulun sapını çekerken arkama dönüp bakmamı gerektirecek tek bir nedene dahi tutunamadım. Arkada birini bırakmanın hüznünü ya da trenin kirli camlarından son kez el sallayışı tadamadım hiçbir zaman. Ne kimse arkamda bekledi, gözden kaybolmamın çaresizliğini hissetti; ne de ben orada birinin beklediğini fark edebildim.

Kesit

  İnsanlar arasında olamayacak, yaşayamayacak ve barınamayacak kadar yorgunuz biz seninle. Hem de çok yorgun. Onların mutluluklarını, aşklarını, keder, pişmanlık ve öfkelerini asla anlayamayacağız. Anlamaya da çalışamayacağız bunu sen de çok iyi biliyorsun çünkü çok yorgunuz. Bizi buna zorunlu kılmayı deneseler de izin veremeyiz. Ayrı dünyaların değil aynı dünyanın farklı insanlarıyız biz. Çekilmeye izin verdiğimiz tek girdap hayatlarımızın bizimle olan mücadelesindeki girdap olmalı. Sürüklenmeye sesimizin çıkmadığı tek kaos bu olarak kalmalı. Ne siyahız ne beyaz. Hatta ne de gri. Biz, siyahtan beyaza geçerken o aradaki kesikliğiz seninle. Bu yüzden asla onların arasında bir sandalye edinemeyeceğiz. Sandalye kapma gibi bir mücadelemiz de olamayacak çünkü biz daima oyunda dışlanan, aralarına alınmayan ruhu kesik ötekiyiz.

Katili Meçhullü Cinayetler

Her yeni günün sabahı hayatının bir ucuna tutunmaya çalışıyorsun. Bir ucu olup olmadığını dahi bilmeden hem de. Aynı fırtınayı, aynı tekdüzeliği hatta aynı acımasızlıkları yaşayıp aynı sabahlara uyanacağını bile bile yataktan kalkıyor; uykuyu güneşle aldatıyorsun. Tek bir neden arıyorsun bu aldatılışı kabullenmek için.  Tek bir neden ya da tek biri. Yapamıyorsun.      Nedenleri de kaybettin elindekileri de çünkü. Birilerinin nedensizliği ve nedenlerin birileri seni tek bırakıyor herkesin içinde.  Sessizliğe dalıyorsun.    Gündüzler içinde boğuşup içindeki darbecilerle debelenmeyi bir sonraki güne ayırtmaya çalışsan da gündüzlerin gecesizliği içinde bir girdapta yok oluyorsun. Debelenmek boşa gidiyor; kabullenmek farz oluyor. Çözülüyorsun.    Her gece kendi kum saatinin lanetli bir el tarafından tersine döndürüldüğünü; bedeninin de bu cam fanustan aynı o kumlar gibi çözülüp yıkıldığını; ruhunla bedeninin aynı o kum tanecikleri gibi ayrıştığını...

an*ne

 "Evet, bıktım usandım artık bu ruhu taşımaktan anne, günü gelse de kavuşsam o güneşin altında bütün sorunların küle döndüğü topraklara. Buraya ait değilim ben." . Bu hayatta en çok anneme kızdım ve bu hayatta yine beni en çok annem affetti. Canımı, herkesten çok annem yaktı ama bu hayatta bir tek ona küsemedim. Küsmek istemedim. Çocukken, o uyurken sessizce yanına gidip göğsünün şişip şişmediğini, beni bırakıp bırakmadığını kontrol ederdim. Bırakmasın isterdim. Kaybolmak, onsuz olmak ve kendi kendimin annesi kalmak istemezdim. Beceriksizdim ben. Sakardım da; öyle derdi sürekli.     Annecilik oynayamazdım. Kendi kendimi doğurup bir canı sokaklara salamazdım. Saçlarını tarayamaz; omzumu ağlasın diye feda edemezdim. Her gece anne olup ölemezdim. Her gece ölür, öldürebilirdim içimdeki bir şeyi. Bir duyguyu, yaşanmışlıkları, yaşanılmış ama unutulmak istenenleri; hepsini öldürebilirdim. İçimde anne yoktu benim; sadece içimde benim annem vardı. Ben yoktum. Kalbim annemdi. O kim...

Adamsız Pabuçlar

Ben yalnız bir kadın değildim. Öyle sanmaya devam edebilirlerdi. Benim bir sürü adamım vardı. Yüzümün çizgilenmeye başlaması, ürkütücü bir sokaktaki apartman dairesinde tek başıma yaşamam beni yalnız, çaresiz mi yapıyordu? Hepsi benim adamımdı. Zengini, yoksulu, şişmanı, yakışıklısı, kafası çalışanı... Dünyada kaç çeşit adam varsa hepsi bendeydi. Benimdi. Aşkları, yalnızlığı, en ufak kavgada ayrılıp; yalnızlığı kaldıramayınca barışmayı onlarla tatmıştım. Aşk zaten sevgiyi, melankoli yükünü tek başına kaldıramamak; ayıp olmasın kimseye diye bu yükü biriyle beraber taşımak değil miydi? Her çarşamba iki belediye otobüsü değiştirip şehrin göbeğindeki bir ara sokağa kurulan bit pazarına giderdim. Manavda çalışan liseli kızdan öğrenmiştim yerini. Kıyafetlerini oradan aldığını, makinede yıkayınca aynı yeni gibi olduğunu iddia eder başımı şişirirdi. Bit pazarları ucuz eşya almak için değil ucuz hatıra, emek, zaman ve benim gibi adam almak için ideal bir yerdi. Eşyalar eski değil, geçmişler esk...

Yaşayamadıkları hayat için, dünyanın kendilerine can borcu olduğu kadınlara...

-İstanbul Sözleşmesi yaşatır, yaşatacak. . "Önceleri utanırdım. “El âleme rezil oluyoruz” diye. Asıl el âlem bana rezil oluyor...Görüp de görmeyerek. Madem beni yok sayıyorsunuz, ben de sizi yok sayıyorum..." . Bu ülkede kadın oldunuz mu siz hiç? Eteğinizin boyundan namusunuz, gülümsemenizden aranmışlığınız belirlendi mi hiç? Gece, karanlığını sokağa salınca dünya size dört bucak kaçılacak yer haline geldi mi? Gelinliğinizin üstüne bekaretinizi temsil eden kurdele bağlandı mı veya? Abileriniz, erkekleriniz daha çok sevildi de erkeklikleri için düğünler yapıldı mı? Yapıldı. Siz bu dünyada kadın olmakla barışabildiniz mi? Kadınlığı da geçin. İnsan olabildiniz mi? Özgürlüğün ipini ellerinize alıp insanca yaşayabiliyorum ben, diyebildiniz mi? Sanmam.  İnsanoğlu kötüydü, bunca zaman insanlıktan nasibini alamadı hala çünkü. Bu ülkenin belki de en büyük sorunu kadını, çocuğu, hayvanı koruyamayıp bir de bu hatasını kabul etmemek oldu.  Her gün telefonlarımıza yeni bir bildirim ge...

Kağıt Kesikleriyle Öldüreceğim Kendimi

Resim
Evelyn McHale seni kaltak! Hakkımı çaldın, emeğimi, bütün uykusuz gecelerin çalışmasını bir karanlık sokağa fırlatıp attın. Hem de mızıkçılık yaparak. En çok benim hakkımdı, bunu biliyordun. Tarihin en güzel intiharı dediler senin için. O narin bedeni araba tepesinde ölü haliyle yaşayan tüm kadınlardan daha güzel dediler. Ya yaşayan ölüler? Onların da emeğini çaldın sen. Tüm yaşayan ölüler, ve yaşayan ölü kadınlar senden nefret ediyor. Ölünmüyor çirkinlikten. Ölünmüyor yaşam bu, denmeden. Birinciyi geçme zaferi ikinciye aittir diyor bunlar Evelyn. Öyle bir yok edeceğim ki kendimi tekrar doğup tekrar ölesin gelecek. Ölüm seni yaşarken korkutmayacak ve yaşam da seni insanların koynuna bırakmayacak. Neden ruhunun senden sonra yaşamasına izin verdin? Neden tüm fotoğraflarını yakmadan silindin dünyadan da adın kaldı? Öyle bir öldüreceğim ki kendimi arkamdan hiçbir şey diyemeyecekler. Ne güzel, ne çirkin, ne de ölü.. Okuduğum tüm kitapların sayfalarıyla keseceğim bileklerimi. Bana başka türl...

Beş Sevim Apartmanı, Mine Söğüt

Resim
Beş Sevim Apartmanı-Rüya Tabirli Cin Peri Yalanları İnceleme|  "Gelin cinlerim, gelin, alın benden uysallığımı!" . Beş Sevim Apartmanı'na hoş geldiniz. Uslu bir misafir olursanız eğer tüm apartman sakinlerinin hayatına misafir olabilir ve kendi cin-perilerinizle barışabilirsiniz. Ufak bir uyarı:  Bu kitap bir cin deneyi ve peri kobayları romanıdır! . Öncelikle yazarımız Mine Söğüt'ten biraz bahsedersem:  İlk kitabı, Adalet Cimcoz: Bir Yaşam Öyküsü Denemesi isimli biyografi kitabıdır. 2003 yılında yayımlanan ilk romanı Beş Sevim Apartmanı ile yazım hayatına başlıyor Mine Söğüt. Beş Sevim Apartmanı/Rüya Tabirli Cin Peri Yalanları'ndan sonra Kırmızı Zaman adlı ikinci romanı yazım hayatında bir süreklilik kazandırıyor. Genellikle kitaplarında toplumca örselenmiş, kıyıda köşede kalan, ötekileştirilmiş ama bir o kadar da içinde yaşadığımız dünyada rahatlıkla rastlayabileceğimiz insan tiplemelerini konu alıyor Mine Söğüt. Cihangir Pürtelaş Sokağı'nın en gizemli ve mi...

Evre-Novella

Hayır, ne aşık oldum, ne birini kaybettim, ne de bir sonuca geldim. Bilmediğim için yazıyorum. Ne aşkı, ne hazzı, ne acıyı, karanlığı; ne de yaşamayı.. Bilmiyorum. Bu duygular yok bende. Kitabımda da yok; mayamda da. Sizde bunu nasıl anlıyorsunuz? Nasıl kolayca aşık oldum; acı çektim ben, diyebiliyorsunuz? Bir şey biliyorsam eğer siz neredeyseniz ben orada olamıyorum. Evrelere bölüyorsunuz kendinizi. Oldurmaya çalışıyorsunuz zamana kendinizi. Ne bu hayatın evreleri dediğiniz şey? Bas bas bağırıyorsunuz. O, bu evredeyim, hayatımın şurasındayım, burasındayım... Neredesiniz? Nerelerdensiniz? Beni de sokmak istiyorsunuz evrelerin koynuna. Yalvarmaktan nefret ediyorum. Ama yalvarıyorum. Tanıdığım, tanımadığım herkese yalvarıyorum ki yok etmeyin yok oldurun artık beni. Nereden olduğumu da unutun. Evrelerin değil, evrenlerin tuzağına yollayın beni. Yollayın beni bir yere. Uzak olsun. Sizden çok, uzak. Barınamıyorum. Hani temel ihtiyaçtı barınmak? Barınamıyorum ben sizin aranızda. Sıkışıp kalı...

Çocukluğum Zamandı

     Zaman asla tek gelmezdi yaşamların ortasına. Yanında tebessümleri, hüzünleri, acıları ve umudu da beraberinde getirirdi. Zaman, hatıraların ve hatırlanmak bile istenmeyen anların arasındaki o sağlam köprüydü. Zaman, çocukluğumdu. Çocukluğum, zamandı. Ama asla bir yetişkinin algıladığı zamandan değildi.      Bir yetişkin için zaman; yorgun argın işten çıkışı bekleme anı, bir öğrenci için sınavda sorularına kalan dakika; ben ve diğer çocuklar için ezan saatine kadar oynanan sokak oyunlarıydı. Hepimizin hayattaki zaman kavramı ayrışıyordu bu yüzden. Tıpkı dünyadaki tüm insanların birbirinden ayrışması gibi...     Çocukluğumun zamanı yirmi dört saatten değil; komşu çocukların kapımızı çalıp beni almasından; annemin akşam ezanında gel' tembihi arasındaki zamandan oluşuyordu.     Çocuktum, bilmiyordum. Bilmiyordum, zamanın bu kadar gaddar oluşunu. Su gibi akmayıp; suyun zaman gibi aktığını. Bilemezdim çünkü tek bildiğim saklambaçta asla i...

-Defterler

01.02.- Benden en iyi ben' olurdu. 16.03.- Yalan yok bu son günlerde yine çok depresifim. Özellikle kitap okumaya geri dönmem buna sebep oldu. Kesin öyle olmalı. Ancak bugünle beraber bir şeyler kafamda berraklaşmaya başladı. Hissediyorum... 27.04.-     Yaklaşık olarak * aydır kendimi hırpalayarak geçen zamanın sonuna geldim. Sondu işte. Yaşamın mı, kabusların mı uykusuzluğun mu? Söyleyemem. Hatırla. Hatırladığını biliyorum. Panik ataklar yoğun. Fazlasıyla yoğun ve sık. Uyku az. 28.04.-      Kalktığımda diğer sabahlara göre daha canlı ve iyi hissediyordum. Sanırım bir şey' hissedebildiğim için iyi hissediyordum. Bilmiyorum. Bilmemek de bunu hissetmek mi yoksa? Bilmemek de yaptığım en iyi iş sanırım.. O da ayrı bir konu. Üzerimdeki yükün, soruların hatta sorunların kalmaması beni mutlu etti. Ettiğini umuyorum. Uzun zaman sonra ilk kez elime kitap aldım. 50 sayfa okuyabildim ya da okuyamadım. Güneş batmak üzere. Kahve soğudu bardakta. 09.07.-   Asıl yıkıntı b...

Efendiciklerim'e.

Benim sözde bir tanecik hayatım varmış. Biir. Güleyim bari buna. Ayıp olmasın efendiciklerime. Gülecekmişim, sevecek, sevişecekmişim onların kalpleriyle. Yaşayacakmışım. Peh! Sizi yalancılar!  Kandırmanıza izin vermeyeceğim bu defa. Ben günde üç doz yaşayıp ölüyorum. Üç dozla doğuruyorum kendimi geri. Uslu bir öğrenciyim. Her dozumu saatinde alıyor, üzmüyorum doktorcuklarımı. Ve bu dozları kendim almadan sizin ellerinize emanet edemem. Beş dakika göz kulak olur musunuz bana, diyemem. Kalbinizden korunmayı bekleyemem. Salaklık bana yakışmaz ki. Mayamda yok. Bana, sadece ölüp doğurmak yakışır beni. Ben konuşmayı severdim efendiciklerim. Tanıyorsunuz beni. Severdim.. Susmak istemedikçe, konuştukça hem kendiniz sustunuz hem de beni susturdunuz. Açtık reklam kuşağı dinledik. Yalanlaar dolaaanlardı hepsi. Kabul edin, biz bizeyiz zaten. Bu defa ben kendi isteğimle sustum; kapattınız reklamlarımı. Beni kapattınız. bu defa başladınız kasideler dökmeye vücuduma. Bakiler geldi geçti, Fuzulîle...

Âdem Cezalı

Âdem, Âdem söyle bana! Var mı senden daha günahkarı şu dünyada? Söyle bana, Neydi ki günah? Elma mı Havva mı? Kendin olmak mı, bu topraklara doğmak mı? Söyle bana, Cezalandırılınca tek ayak üstünde durdun mu? Yoksa avuçlarını açıp cetvelini mi bekledin? Söyle bana Âdem, Var mı senin kadar babasız kalan bu dünyada?

Arayı Açmayalım ama Yakamızı Bırak Osman

 "Kendimizi sabit, katı, değişmez bir şey sanıyoruz. Kim olduğumuzla ilgili fikirlerimiz ve kararlarımız var. Nelerden korktuğumuzu, neleri istediğimizi, neleri sevdiğimizi, neleri sevmediğimizi belirlemişiz. Bu sınırların dışına çıkarsak yanlış bir şey yapacakmışız gibi hissediyoruz. Kendimize "Ben" adında bir hapishane yapmışız, bir türlü tahliye olamıyoruz Osman."  . Arayı açmayalım Osman. Yakamızı bırak ama arayı açmayalım. Olur mu? Ben senden razıyım Osman.  Öncelikle sitenin ilk "Bu Hikaye Senden Uzun Osman" incelemesi hayırlı olsun.. Bunun şerefine nail olduğum için de ayrıca mutluyum. Nasıl ki kitabı çok sevip Osman yavrummuş gibi hissettiysem; inceleme yazım da aynı olacak. Evet, sizle biraz sohbet edelim. Kimdir bu Osman? Necidir, kimlerdendir? Hikayeden uzun mu kısa mı? Dediğinizi duyar gibiyim. Osman, aslında kimse değil. Osman, aslında biziz.  Hem de hepimiz.  Çünkü Osman bir sitem, yakarış, iç dökme duvarı. Hayatta yalnızlıktan sıkışıp kalınc...

Başkalarının Tanrısı/ Çakma The Breakfast Club

 "Sadece hayali bir tanrının kulu olduğunu sanmak yetiyor insana. Peki o tanrı kim?" Evet, soru güzel. Cevap zor. Cevabı boş. Hangi doğrularımız yanlışlarımızı götürür bilmem. Kim bu Tanrı? Neden bu tanrıyı arıyoruz; aramak istiyoruz?  Belki de o aidiyet duygusunu istiyor; ruhun yalnız kalınca gidip de çalabileceği bir kapı olduğunu bilmek istiyoruzdur. Belki de tanrının emridir, insanın tanrı arama ihtiyacı. Bir tanrımızın olması işimize yarar mı bilmem. Var mıdır onu da bilmem. Bilmem hiçbirini. Ancak yaşamın içinde birilerini şeytanlaştırıp birilerini tanrılaştırıyoruz daima. İşte bunu bilirim. . **İncelememin yarısı kitabın ortasındayken düşüncelerim; yarısı da kitabı bitirmiş halim şeklinde olacak. İki ayrı zaman diliminde yazdım ve fikrimin bu kadar değişmesini tahmin bile edemezdim....Böyle bir son beklemiyordum, kabul. Hatta beğenmeme sebebimin kitap sonunda neden olduğunu öğrenmem beni kızdırdı. Bir yazarın oltasına takıldım yine... Bu sebeple iki ayrı zaman dilimini...

melodram

Bugün kendi sergime davetliydim. Hala derdimi ve derdini çözemediğim hayatıma ne kadar güzel katlanmışım, ne kadar yol katedip ne kadar düşüp kalkamamışım izlemem gerekiyordu.  Bir bok anlamadığım tablolarımdan uzun uzun bahsedecek, çok beğenmiş gibi etrafa bakışlar atacaktım. Evet, büyük gün gelmişti! En güzel elbisemi giyecektim; ucuz markadan rujumu sürüp kendi davetime icabet edecektim. Kendimin en güzel, en bayat ve tek konuğu olacaktım. Sergim sadece iki tablodan oluşacaktı. Melo ve Dram! Melo kadındı. Dram erkek. Melodram bir insanlıktı. Yaşanmak istenler, geceler, gündüzler; güneş ve boşluğun sevişmesiydi. Ay bir çocuktu. Boşluk ve güneşin çocuğu. Melodram en güzel parçamdı. Tekti. Sergimin tek güzel konuğunun gözde parçasıydı. Anlamıştım. Hiçbir şeyden anlamayan ve hiçbir zorluğu aşamayan ben Melodramda takılı kalmıştım. Çok beğenmemiştim ama beğenmemiş gibi de yapamamıştım; etrafa bakamadan orada takılı kalmıştım. Boşluk-duvardan çıkardım ve çaldım sergimin tek tablosunu....

Birileri ve Bazılar

Kim düzeltebilmiş ki Ben yıkıp geri yapayım? Çürük, kaçak, yasak, günah... Bu düzen böyle ilmeklenmiş, İlmekleri de düğümletilmiş. Birileri kazanmış, Bazıları kaybetmemiş: Birileri tarafından, oyunun Çürük elması seçilmiş. Bazıları, yolunu kaybetmiş, Yoldan geçen birine yolu sormuş: Yoldan geçen, bazısına Bu dünyada yok o, demiş. Bazısı bunu yok saymış,  Kabullenmiş. Bazısı da birisinin koluna girmiş.

Benim Hiç Günlüğüm Olmadı

Sizin hiç günlüğünüz oldu mu?  Benim hiç günlüğüm olmadı. Oldu, ama olamadı. Defterlerim, boş kağıtlarım, renkli notluklarım oldu ama bana yaşattıklarınızı anlatıp, içimdeki ateşi kelimelerle tutuşturup yangınım yapacağım bir günlüğüm olamadı. Yazmayı denedim ama yakaladınız beni. Hem de en çaresiz anlarımda. Saçmaladığımı düşündünüz, çocukluk bu yaptığın dediniz.  Yüzü buruşuk bir yaşlı değildim; çocuktum zaten. Yaşlı kafalı çocuk. Sanırım kafayı sıyırdı da dediniz. Demişsinizdir. Kendimden iyi tanıyorum bazen sizi.  Kafamın içi dışında bana bir yaşam alanı, yaşamama alanı bırakmadınız. Ağladım, hatta çok bağırdım ama iş yorgunluğu, metro kalabalığı, market pahalılığını konuşmaktan beni fark edemediniz. "Ülkeyi batırdı, sattı hepinizi!" demek istedim. "Bu ülke sonda; böyle yaşanmaz burada." diyebildim. "Aman sus! Başına bir hal gelir." dediniz. Bana bunları yapamazsın, demek istedim.  "Sen kızsın, sus; ses etme her şeye dediniz." Haksızlığınızı ...

Aziz Bey Hadisesi, Ayfer Tunç

Kırılan bir camla başladı hikaye. kırılan bir camla bitti.  "Yanılgılarla dolu bir ömrün bütün çilesini saklamaktan artık vazgeçmiş, çökmüş yaşlı yüz, bir anda ağlamaklı oldu, öyle kaldı." Aziz Bey ve onun başına gelen hadiseyle tanışıyoruz bu kitapta. Şiddetli bir yağmurda köhne bir meyhanede gerçekleşen kavganın başrollerinden, Aziz Bey'in geçmişine misafir oluyoruz Ayfer Tunç sayesinde. O, gençliğinde de "Aziz Bey" olduğu için ben de ona  Aziz Bey diye hitap edeceğim yazım boyunca.  Burnu havada, yaşlansa da gençliğinin öfkesini hala taşıyan; benim deyimimle hayata kızgınlığını bangır bangır bağıran biri Aziz Bey.  Aziz Bey'in bu hayatta sadece tamburu ve hisleri var. O kitapta duygularını çok belli etmese tamburuyla çoktan kulağımıza fısıldadı hislerini. Başka da kimsesi yok. Kimsenin de Aziz Bey'i yok...O gerçekten iliklerine kadar yalnız bir adam. Böyle okuyunca fazla duygusal oldu farkındayım ancak bunun biraz da Aziz Bey yüzünden olduğunu bilmeni...

Geçmişi Affetmek.

öykü Bir ses var. Boğuk.  Yemek yerken, yürürken, dinlerken, okurken, çalışırken biri sanki duvarın ardından sesleniyor. Kafamdaki ses. Sanırım bana seslenmeye çalışıyor. Çok boğuk. Duyamıyorum. Şehrin ve insanların gürültüsü onun sesini bastırmaya yetiyor. Ama bu ses gece yine mesaisine devam ediyordu.     Bu sabah onun sesi hemen kapımın önünden geliyordu. Kapı üç kez tıkladı. Zile basılmadı. Uykumdan uyandırdığı için kızgındım; kapıyı açmamaya yeminliydim ama merakım çoktan kapıya koşmuştu. Çıplak ayaklarım, soğuk parkeler üzerinde ilerledi ve uzanıp kapı deliğinden baktım. Küçük bir kız çocuğuydu delikte görünen. Kızgın görünüyordu ve gözünü kırpmadan onu izlediğimden eminmiş gibi bana bakıyordu. Elinde pelüş bir bebek vardı. Çok çirkin bir bebekti, saçları sanırım oynamaktan mahvolmuştu. Üstünde kırmızı bir tulum vardı. Beyaz külotlu çorabı da çamur içindeydi. Saçları ıslaktı. Sanırım yağmur yağıyordu dışarıda. Yağmurlu havanın kasvetinde asla dışarı çıkmazdım. O ned...

Nasıl Ölünür?

Doğmak, doğurmak, yetiştirmek, yaşamak, yaşatmak. Bunları biz insanlık çok doğal olarak kabul ediyoruz; bunların, hayata geldiysek hakkımız olduğunu daha doğduğumuzda ağlayarak kabulleniyoruz. Ölmek. Peki ölmekle neden barışamıyoruz?  Yoksa barışamadığımız sevdiklerimizin ölümü mü yoksa kendimizin bir bavul dahi alamadan  bu dünyayı terk etmemiz mi? Yaşama hakkını kullanamamamız, bu durumun acısını hissetmemiz mi bizi korkutan?    Émile Zola beş hayata kenarından konuk ediyor bizi. Aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi.  Hepsinin hayatı algılayış biçimi, düşünceleri, yaşadıkları yer, yedikleri yemekler dahi farklı. Sadece bu hayattaki tek ortak noktaları var: Ölüm.     Kitabımızda beş farklı kısa hikaye var ve tek tek beşinin ölümünü, ölüm anındaki duygularını ve yakınlarının tepkisini okuyoruz. Toplumsal sınıfın ölünün tabutunda bile kol gezdiğini, paranın biz ölsek dahi elinin eteğinin üstümüzden çekmediğini görüyoruz.       H...

Aydı.

Resim
Ayı uğurladım, Güneşe selam verdim.  Hiç içimden gelmedi, yine de günaydın dedim. Yüzüm cevap beklemez gibi görünüyordu  ruhum boş bir günaydına razıydı. Sanırım görmediniz, cevap gelmedi. Kim bilir, Belki görünmezdim; Beki bilerek görmezdim. Belki de boyası atılmamış bir duvardım gözünüzde. Ama ölü değildim. Ben daha ölmemiştim.    (güncelleşmiş versiyonudur.)    katranmavisi

Çanakkale Şehidine....

Resim
Düşman seni Anzak Koyu'nda, şafak tam sökmeden önce vurdu. Sen kesik kesik son nefesini alırken, düşmanın sapladığı iki kurşun sıcacık kanını toprağa damlatıyordu. Yanına koşan cılız hemşire, dakikalar sonunda elinden bir şey gelmeyince gözlerini kapattı. Tüfek sesine gelen arkadaşların, gülen gözlerin yerine cansız bedenini görünce yıkılsalar da artık sevdiklerini kaybetmeye alışmışlardı. Komutan, anacığına acı haberini veren bir mektup yazdı. Ölüm haberini uzun bir süre sonra alan kadıncağız kahroldu. Sanki ciğerini söküyormuşcasına feryatları tüm Türkiye'de yankılanmıştı sanki.. Hatice'n hem on beş yaşındaki kardeşinin hem de senin kaybının yükünü kaldırmaya çalışıyordu. Sadece o değil. Tüm Türkiye'nin içi kan ağlıyordu. Sadece askerler değil, kadınlar da cephedeydi. Kimi sizler için çorap dikiyordu, kimileri cepheye siyah taşıyor kimileri de karnınızı doyuruyordu. Başı daima dik kalabilen sadece o Türk bayrağıydı. İşte o bayrak, acı ve son umudun harmanlanış haliydi...

O Mutlu An.

Ne kadar güzel bir giriş cümlesi, değil mi?   "Hayatımın en mutlu ânıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir her şey de bambaşka gelişebilir mıydı? Evet, bunun hayatimin en mutlu ânı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu." *       Mutlu olduğumuzu nasıl anlarız? Mutluluk anını, genelde yaşarken anlamayız. Sıradan, normal olarak düşünürüz. Sonrasında bu anın bize hatırlattığı şeyi mutluluk olarak tanımlarız. O andan kalan bir hatıra, anı, fotoğraf, eşya.... Mutluluk eşyaların yansımasıdır çünkü. Hayatımızın en mutlu anı olduğunu bilsek o andaki biz olabilir miyiz; aynı duyguları yaşayabilir miyiz, bilinmez. 1975 yılında bir İstanbul aşkını okuyoruz. Zengin, İstanbullu bir ailenin oğlu Kemal ve uzaktan akrabaları Füsun'un bir 'Jenny Colon' çakması çantayla başlayan yasak aşkın hikayesi... Kemal nişanlanma arifesindedir fakat yıllar sonra ilk görüşte Füsun'a aşık olur ve hikayeleri Merhamet Apartmanında başlar. Kitabın konusuyla il...